Hırvatistan 4.liginde Rudar Siveric-Sabunjar arasındaki maçta Rudarlı futbolcular maç boyunca yanlış kararlar verdiğini düşündükleri hakeme Allah ne verdiyse saldırıyor.
30 Ekim 2010 Cumartesi
29 Ekim 2010 Cuma
Parker Kuklinski
Parker Kuklinski, 30 saniye içinde futbol topunu tam 252 kez sektirerek Guiness Rekorlar Kitabına girmeyi başarmış. Eski rekor 164'müş.
28 Ekim 2010 Perşembe
Real Madrid Fantasy Manager 2011
Real Madrid sosyal medyayı en etkili şekilde kullanan futbol kulüplerinin başında geliyor ve Facebook/iphone platformu için geliştirilen Fantasy Manager 2011 oyunuyla bir ilki geliştirdiler. Oynamak isteyenler aşağıdaki 2 linkten oyuna girebilirler.
27 Ekim 2010 Çarşamba
Son 25 yılın en iyi kalecileri
IFFHS (Uluslararası futbol tarihi ve istatistikleri federasyonu) son 25 yılı baz alarak en iyi 10 kaleci listesini yayınladı. ilk 10 kaleci şu şekilde:
1. Buffon (ITA)
2. Schmeichel (DEN)
3. Van der Sar (HOL)
4. Casillas (SP)
5. Kahn (GER)
6. Chilavert (PAR)
7. Zubizarreta (SP)
8. Zenga (ITA)
9. Taffarel (BRA)
10. Preud’homme (BEL)
26 Ekim 2010 Salı
25 Ekim 2010 Pazartesi
Keita'nın 100.maçı
Keita, hafta sonun oynanan Zaragoza maçıyla birlikte Barcelona forması altında 100. resmi maçına çıktı.
6 Ekim 2010 Çarşamba
Guus Hiddink
Marjinal futbol ülkelerini dönüştürmek onun uzmanlık alanı ve dünyadaki tüm marjinal ülkeler arasında, Hiddink, muhtemelen potansiyeli en yüksek ülkenin Türkiye olduğunu düşünüyor. Hiddink, 2. Dünya Savaşı'ndaki Direniş Hareketi'nde kahramanlık göstermiş, öğretmen bir babanın altı oğlundan biriydi. İkisi daha sonra profesyonel futbolculuğu seçen erkek çocuklarla büyümek, onu sporcular arasında geçecek uzun bir yaşama hazırladı. "Paylaşmayı, dinlemeyi ve iletişim kurmayı böyle öğrendim" diyor. Hiddink'in doğuştan gelen arkadaşça tavırları var. Sizi kutlarken omuzlarınızdan sararak kucaklıyor, hem anlatmaya hem de başkalarının öykülerini dinlemeye heves duyuyor. Erkekler arasında sağlam ve huzur verici bir tavır sergilese de, kadınları daha egzotik buluyor (Güney Kore'yi çalıştırırken, sevgilisiyle beraber yaşaması birçok Koreli için aşırıya kaçmaktı.) Hollandalı, inek sağarak, iki atın arkasında çift sürerek ve nihayetinde bir çiftçi olma hayali kurarak büyüdü. Ama Hollanda tarımı can çekişiyordu, o da teknik direktör oldu. Henüz 19 yaşındayken yaşadığı Achterhoek kasabasının yarı profesyonel kulübü De Graafschap'ta teknik asistanlık işi aldı. Babası da orada oynamıştı. Bir yandan da öğrenme güçlüğü çeken çocuklara jimnastik eğitimi vererek ekstra para kazanıyordu. Sonra alışılmadık bir kariyer adımı atarak teknik adamlıktan oyunculuğa geçti. Takımın teknik direktörü, genç asistanındaki yeteneği görmüştü. Böylece yakışıklı, yuvarlak yüzlü, dalgalı saçlı oyun kurucunun 16 yıllık kariyeri başladı. "Topu nereye isterseniz oraya atardım" diyor Hiddink. Ama maalesef biraz tembeldi ve koca bacakları da üst düzey futbol için çok yavaştı. Bu yüzden Hollanda'nın en büyük kulüplerinden PSV Eindhoven'a transferi gerçekleşse de bu macera kısa sürdü. De Graafschap onu tekrar geri getirmek isteyince, maliyeti karşılamak için taraftarlar arasında "Guus için bir onluk" adı verilen bir kampanya başladı. Takımın futbol sahasının girişindeki süt kovalarını yeterince on gulden doldurunca transfer parası da çıktı. Ama sonraları Hiddink ne zaman kötü oynasa, taraftarlar "Onluğumuzu geri ver" diye tezahürat yaptı.
Hiddink'in harika bir futbolculuk kariyeri olmadı ama total futbolun altın çağında hazır bulundu. Onun jenerasyonundaki Hollandalı oyuncular (kendilerini ifade etmede yetenekli, büyük kişiliklerdi) iki Dünya Kupası finali oynadı. Herhangi bir ufak ülkenin ulaştığı en görkemli futbol devri olan bu günler Hiddink'i de şekillendirdi. Pragmatik biri olmasına karşı her zaman Felemenk usulüne inancını korudu: Düşünen oyuncular, organizasyon ve atak... 1984'te PSV Eindhoven'da teknik direktör yardımcılığına başladı. Bu işi, başındaki teknik adamın kovulması için üç yıl bekledikten sonra ancak almıştı. Ertesi yıl taşra kulübüne UEFA'yı kazandırdı. O zamanlar heybetli bir bıyık bırakan Hiddink'in statüsü çoğu oyuncusunun gerisindeydi. Ama kendi deyimiyle "küçük bir egoya sahip," akıllı bir adam olduğu için bunu sorun etmedi. Yıldız oyuncularıyla sigara içti, şakalaştı ve dertlerini bir ağabey misali dinledi. Hollanda tarzına uygun olarak Hiddink, oyuncunun gücüne saygı duyuyordu. Bu düsturuyla gittiği her yerde, insanların ona saygı duymadığı zamanlarda bile kazandı. 2008 yazında Rusya'yı Avrupa Kupası yarı finaline çıkarttığında, takımı Rusya, bağımsızlığını kazandığından beri en iyi futbolunu oynuyordu. 2006 Dünya Kupası'nda çalıştırdığı Avustralya ile 2002 Dünya Kupası'nda yönettiği Güney Kore tarihlerinin en üst düzey futboluna onunla ulaştı. Hollanda'da genellikle yönettiği PSV Eindhoven'la altı lig şampiyonluğu, bir de UEFA Kupası kazandı. Kısacası Hiddink bilen bir adam. Bu bildiği her neyse, onu bu yolu yürürken öğrendi. Üstelik teknik adamlık kariyerinin erken dönemlerinde Türkiye ve İspanya'da, 1996 Avrupa Kupası'nda ise Hollanda'nın başında (o dönem zor oyuncu Edgar Davids'le utandırıcı bir tartışma yaşamıştı) başarısızlığı da tattı.
Milyoner futbolcuların küresel yıldız olduğu modern futbolda, Hiddink bir teknik adamın otoriter bir diktatör gibi davranamayacağını çabuk fark etmişti. Kendini Hollandaca, İspanyolca ve İngilizce de rahatlıkla ifade edebilen Hiddink, oyuncularını nasıl mutlu ve bir bütünün parçası kılacağını biliyordu. PSV'nin 1990'ların başındaki en büyük yıldızı Romario onun için iyi bir deneyimdi. PSV'li bazı oyuncular, zamparalığa ve uykuya düşkün Brezilyalı'nın takımın bütünü için çok çalışmadığından yakınıyorlardı. Hiddink Romario'yu, onun da isteği üzerine, onu suçlayanların karşı tarafta yer aldığı dörde dört bir maçta oynattı. Üzerinden çok da zaman geçmemiş olan karlı bir Amsterdam akşamında, beraber yemek yerken, "dörde dörtte saklanamazsınız" demişti. Romario defansa geçti; takımının kazandığı maçta sert ve yıpratıcı bir oyun çıkarttı. Sonra da az çalışma meselesinin kapandığını gördü. Hiddink daha sonra şöyle diyecekti "Dışarıdan konuşanlar 'Takımınıza zor tipler koymayın, bela çıkartırlar' der. Bence onlara ihtiyaç vardır. Onlar gibiler sürekli daha fazlasını ister. En üst seviyede ne gerektiğini içgüdüsel olarak bilirler. Üstelik bir teknik adam da, diğerlerini uyanık tutmak için, bu tiplerle çok kolay çatışma üretebilir."
1995'te Hollanda'nın başına geçti. Bu, üst düzey bir isim için bile bir grup dinamiği dersi sayılabilirdi. Siyah oyuncular onun sadece beyazlarla konuşmasından şikâyetçiydi. 1996'daki Avrupa Kupası'nda, bir fotoğrafçı Hollanda takımının öğle yemeğindeki ilginç bir karesini yakaladı: Bütün siyahlar bir masada, beyazlar öbüründeydi. Turnuva devam ederken, siyah futbolcu Edgar Davids televizyona Hiddink'in "kafasını diğer futbolcuların kıçından kaldırması" gerektiğini söyledi. Teknik adam da onu evine yolladı. Yetenekli Hollanda takımıysa turnuvaya erken veda etti.
Bu olay, Hiddink'e bir teknik direktörün takım yaşamının her anını takip etmesi gerektiğini öğretti. Örneğin, siyahlar aşçının Hollanda Karayipleri yemeklerinden hiç pişirmediği şikâyetinde bulunmuştu. 1996'dan sonra pişirdiler. Takımdaki hiyerarşik meseleler hakkında çok dikkatli olmak gerektiğini de öğrenmişti. 1998 Dünya Kupası öncesinde, doğal bir diplomat olan melez Frank Rijkaard'ı asistanlığına getirdi. Her yemekte siyah ve beyazların beraber oturmasını sağlayacak masa planları hazırladı. Oyuncularına bir davranış kuralları belgesi imzalattı. Davids'i de turnuvaya çağırdı. "Bir teknik adam asla çok inatçı olmamalıdır," diyordu. Davids o turnuvadaki muhteşem Hollanda takımının içinde çok iyi oynadı. Oyuncular o kadar iyi geçiniyordu ki, Hiddink herkesi tetikte tutmak için gerginlikler icat ediyordu: Örneğin golcü Jimmy Floyd Hasselbaink öğle yemeğine başında bir beyzbol kepiyle indiğinde, o kepi kafasına vurarak çıkarttı. Hollanda'nın mutlu takımı Kupa'da yarı finale kadar yükseldi.
Turnuvadan kısa bir süre sonra, hırsının azaldığını kendisi de kabul ediyordu. Hiçbir zaman çalışma delisi olmayan köylü çocuk kendini ispatlamıştı. Golfe merak sardı; futbol giderek bir hobi haline geliyordu. Ara vermişti ama 2001'de 18 ay sonra Dünya Kupası'nı organize edecek Güney Kore'nin hocası olarak ortaya çıktı. Kore bu turnuvada daha önce birkaç defa oynamış ama hiç maç kazanamamıştı. Kore'deki işi, her şeyden önce psikolojikti. O günlerde Kore futbolunda, bir oyuncu ne kadar yaşlıysa, konumu o kadar yüksekti. Yemeklerde önce yaşlılar oturuyor, gençler bekliyordu. Hollandalı futbolcuların çok konuşmasına karşın, Koreliler suskundu. "Belki dalkavukluk denemez ama," diye açıklamıştı bana Hiddink bir defasında, "şöyle bir durumları vardı: 'kumandan söylesin, onu gözümüz kapalı takip ederiz.' Yani takımı gerçekten olgunlaştırmak için bir adım daha atmak zorunda kalıyorsunuz. Kenarda otururken, gücüm birkaç değişiklikle ve devre arasında bir şeyler yapmakla sınırlı. Bu yüzden takımı çekip çevirecek oyunculara ihtiyacınız var." Sonraları Avustralya ve Rusya'yla yaşanan da aynısıydı: Hiddink kendi gücünü bilen, düşünen, "Hollandalı" oyuncular istiyordu. Maç sırasında orta sahaya çıkması gerektiğini gören bir santrhaf, birkaç metre geri koşmayı akıl eden bir golcü...
Merak uyandıran hakem kararlarının da yardımıyla, Hiddink, Kore'yi yarı finallere çıkardı. Sonrasında ülkenin başkanlığına adaylığını koymasını teklif edenler oldu. Korece yayımlanan otobiyografisi, piyasada 16 ayrı Hiddink biyografisi bulunmasına rağmen yarım milyon sattı. Koreliler, Hiddink'in memleketine akın etti.
2006 Dünya Kupası öncesinde Hollandalı'ya teklif yarışını Avustralya kazandı. Halihazırda PSV'yi çalıştırıyordu, ama bu bir problem yaratmadı. Sıkıcı idmanları ve bazen maçları asistanlarına teslim etmekten hep memnuniyet duyan Hiddink, iki takımı da part-time çalıştırmaya başladı. Bir teknik adamın birbirinden bu kadar uzak iki takımı aynı anda yönettiği görülmemiştir. Avustralya'yı çalıştırmak Hiddink'in alıştığı futbol sirkinden uzaklaşmak anlamına geliyordu. Hollanda'da takımı kampa aldığında onu sadece vatandaşı birkaç gazeteciyle sırt çantalı birkaç gezgin takip ediyordu. Avustralyalı gazetecilerse hiç görünmüyordu. Hiddink Avustralya'daki spor kültürüne hayran olmakla beraber, onların tarzına eleştirel yaklaşıyordu. Yeni takımıyla ilk idmanına çıktıktan yarım saat sonra oyuncularını durdurdu. Çünkü oyuncular birbirlerine sürekli "Hadi Emmo!", "Tut topu Johnno!" "Haydi haydi" diye bağırıp duruyordu. 'S..tir'ler havada uçuşuyordu. Hiddink onlardan sadece bir takım arkadaşları zora girdiğinde ve yönlendirmeye ihtiyacı olduğunda bağırmalarını istedi. Bu herkesin oyun görüşünü geliştirecekti. İdmanın devamında neredeyse hiçbir ses çıkmadı.
Teknik adam, Hollandalı gazetecilere daha sonra şunları anlatacaktı: "Sarf edilen emekle oyun zekâsı arasında hiç denge yok. Avustralya'da insanlar hep güçlerinin tamamını sergiliyor, ama maalesef taktik disiplin bazen atlanıyor." Kimi zaman yapılandan daha azını yapmayı öğretmeniz gerekir. Avustralyalılar top neredeyse oraya koşuyorlardı. Hiddink futbolcularına belli bölgelere koşmayı yasakladı. Bana "adanmışlığınız çok yüksekse, stratejik bakışı çoğunlukla kaybedersiniz" demişti. Ona göre, doğru şeyi yapmak çok şey yapmaktan her zaman daha iyiydi. Güney Kore gibi, Avustralya da dünya kupasında daha önce hiç maç kazanmamıştı. Hiddink onları ikinci tura çıkarttı. Çeyrek finale giden maçta İtalya'ya ancak son dakika penaltısıyla kaybettiler.
2006'dan sonra Hiddink dünyadaki her teknik direktörlük işini seçebilirdi. Ama bir kulüp takımı istemedi. Rus oligark Roman Abramoviç'in Chelsea'sini bile. En büyük ve en kazançlı işi, yani İngiltere Milli Takımı'nı çalıştırmayı da seçmedi. Herhangi bir İngiliz adaydan daha iyi bir CV'si, herhangi bir yabancıdan da daha iyi İngilizce'si vardı. Multimilyoner, yorgun futbolcular ve zor karakterlerle baş etmek için psikolojik deneyimi de bulunuyordu. Golcü Wayne Rooney onun için çocuk oyuncağıydı. Ne var ki, çoğumuz gibi onun da İngiltere'nin saldırgan tabloid gazetelerinin deşmesini istemediği bir aile problemi bulunuyordu. Bu yüzden vazgeçti.
Bu arada Abramoviç, bu kozmopolit dostuyla buluşup kahve içmek için Eindhoven'a uçma alışkanlığı geliştirmişti. Hiddink, gerçekte onun kişisel futbol danışmanı haline gelmişti. Abramoviç onu sonunda Rusya'nın başına geçmeye ikna etti. Görevi sadece bir takımı yönetmek değil, Rus futbolunu, özellikle de genç takımları yeniden organize etmekti. Rusya bu şekilde potansiyelini kullanabilecekti. Hiddink, Hollanda geleneğine uyarak, genç futbolcuları takıma çağırdı. Güney Kore'de gözlemlediği sorunların benzeri burada da yaşanıyordu. Futbolcular Sovyetler Birliği'nin "ben sadece burada çalışırım" mantığına uygun davranıyor, risk almıyorlardı. Jiplerini çalan mafyadan korktukları gibi hocalarından da geleneksel olarak korkuyorlardı. Kimsenin kendilerine bağırmasını istemediklerinden, hata yapmamak için ya yana ya da arkaya, birbirlerinin ayağına pas atıyorlardı. Sahada "zaorganizovonnost" yani aşırı organizasyon vardı. Hiddink futbolcularından kendileri adına düşünmelerini, daha riskli paslar atmalarını ve onlara söylenmeden yeni pozisyonlar almalarını istedi. Paslar ileriye gitmeye başladı. Hollandalı teknik adam, gergin oyuncuları için yeni bir çalışma rutini de geliştirdi. Herkes bir topu yere düşürmeden dengede tutmak zorundaydı. Düşüren sırtına topu yiyordu. Oyuncular gülmeye başladı. "Football Dynamo: Modern Russia and the People's Game" isimli kitabın yazarı Marc Bennetts "Sanki Marksizm-Leninizm'i onların içinden çıkardı" diyor.
Hiddink, adeti olduğu üzere, oyuncularını motive etmek için hiyerarşiyi sarstı. Oyuncuların daha çok çalışmasını da sağladı. Çünkü yeterince sağlam değillerdi. Kısacası, en iyi Batı Avrupa ülkelerinden en modern metotları Rusya'ya sundu. Rusya'nın geleneksel defans oyunu Felemenk usulüne dönmeye başladı; bununla beraber çalıştırdığı Rusya hep kazanmıyordu. Ama Wembley'de İngiltere'ye 3-0 mağlup olduklarında Abramoviç'ten bir cep mesajı aldı. Oligark, takımın oyununu hiç bu kadar beğenmediğini söylüyordu. Ruslar'ın oyunu gelişiyordu. 2008'deki Avrupa Kupası çeyrek finalinde Rusya'nın, Hiddink'in memleketi Hollanda'yı 4-1'le devirmesi daha önce hiç rastlanmayan bir şeyin görülmesini sağladı: Rus futbolcular eğleniyordu. Maç sonrasında yıldız golcü Andrei Arshavin, "bilge bir Hollandalı teknik direktör" hakkında bir şeyler mırıldandı ve ağlamaya başladı.
Rusya eğlenerek oynama konusunda örnek olaydır. Bu durum oyuncusuna inanan Hiddink'in, onlara hata yapma fırsatı vermesinden, bir anlamda kendilerini ifade etme cüreti kazandırmasından kaynaklanıyor. Teknik adam, bana bir defasında PSV'nin İsviçreli genç umudu Johan Vonlanthen'i anlatmıştı. Futbolcu kazanmak konusunda o kadar takıntılıydı ki, idmanlarda bile aşırı konsantre oluyordu. Hiddink ise, oyuncusuna "Binlerce hata yapmana izin veririm ama senin sahada güldüğünü görmek istiyorum," demişti. Hiddink, hatadan fazlasına da izin veriyor ama bazen oyunculara bunu anlatmak zor. Fenerbahçe'de görev yaptığı dönemdeki futbol anlayışını "Hoca'ya karşı çıkmaya izin verilmezdi" diye anlatıyor. "İdmanda maça katılırsam, bir futbolcunun bana vurmasına ses çıkarmazdım. Ama ilk haftalarda etrafım hep boş oluyordu, çünkü herkes metrelerce ötemde oynuyordu. Sonunda biri beni tekmelemeye cesaret etti ve hemen kıpkırmızı oldu."
Futbolda kötü günler de yaşanır. O günlerden çıkışın yöntemi, en azından berbat durumda olmamaktır, bazen vasatla da idare edilebilir. Hiddink'in "alt sınır" diye ifade ettiği bu çıta yine de yeterince yüksekte. Kendisi şöyle açıklıyor: "Hiçbir şey yolunda gitmediğinde, zorlamaya devam edersiniz. Böyle zorlamak sizi kesinlikle daha kötü bir duruma sokar. Futboldaki en zor şey işte bu kendine hakim olma gücüdür."
Buna kendisinin ihtiyaç duyduğu dönemler de yaşadı, ama aşmanın yollarını arayıp buldu. Agresif futbol basınını ilk defa Türkiye'de görmüştü. Teknik adam Türkiye'yi anarken, bir fotoğrafçının, güzel bir dansözle müstehcen bir fotoğrafını çekerek kendisine komplo kurduğunu hatırlıyor. Türkiye deneyiminden ve daha sonraki İspanya günlerinden gazetelere aldırış etmemeyi öğrendi. Bu düstur o günden beri yoluna ışık tutuyor. Yeni Hiddink eleştirilerle sarsılmıyor. İç huzuru var.
Menajeri Cees van Nieuwenhuizen "Türkler Guus'u ayartmak için epey uğraştı" diyor. Hiddink, Amsterdam'da Amstel Nehri üzerindeki rüya gibi evine çabuk bir uçuş mesafesindeki İstanbul yaşamını sabırsızlıkla bekliyor. Bir milli takım hocası olarak, Liverpool ya da Juve'de yapacağı gibi sabahın sekizinde işe gitmesi de gerekmeyecek. Ama Hiddink hoş bir yaşamdan fazlasını istiyor. Son teknik direktörlük görevinde, uluslararası bir başarı kazanmayı hedefleyecektir. Yeterince iltifat aldı. Son on yılda Türkiye'nin kendisi olmadan bir Dünya bir de Avrupa Kupası yarı finali oynadığını da biliyor. 2012'deki hedefi daha da öteye gitmek olacaktır. Guus Hiddink'in işi bu takımı daha da Avrupalı yapmak. Hollandalı çalıştırıcı oyuncularına durmadan futbolun üç aşamasından bahsediyor: "Topa sahip olduğunuz zaman, olmadığınız zaman ve aradaki zaman." Hiddink'e göre, sonuncusu bir takımın diğerine topu kaptırdığı zaman demek ve muhtemelen oyundaki en yaşamsal an. Topu kazanan, rakip savunma yerleşmeden hemen atağa kalkmalı.
Hiddink'in harika bir futbolculuk kariyeri olmadı ama total futbolun altın çağında hazır bulundu. Onun jenerasyonundaki Hollandalı oyuncular (kendilerini ifade etmede yetenekli, büyük kişiliklerdi) iki Dünya Kupası finali oynadı. Herhangi bir ufak ülkenin ulaştığı en görkemli futbol devri olan bu günler Hiddink'i de şekillendirdi. Pragmatik biri olmasına karşı her zaman Felemenk usulüne inancını korudu: Düşünen oyuncular, organizasyon ve atak... 1984'te PSV Eindhoven'da teknik direktör yardımcılığına başladı. Bu işi, başındaki teknik adamın kovulması için üç yıl bekledikten sonra ancak almıştı. Ertesi yıl taşra kulübüne UEFA'yı kazandırdı. O zamanlar heybetli bir bıyık bırakan Hiddink'in statüsü çoğu oyuncusunun gerisindeydi. Ama kendi deyimiyle "küçük bir egoya sahip," akıllı bir adam olduğu için bunu sorun etmedi. Yıldız oyuncularıyla sigara içti, şakalaştı ve dertlerini bir ağabey misali dinledi. Hollanda tarzına uygun olarak Hiddink, oyuncunun gücüne saygı duyuyordu. Bu düsturuyla gittiği her yerde, insanların ona saygı duymadığı zamanlarda bile kazandı. 2008 yazında Rusya'yı Avrupa Kupası yarı finaline çıkarttığında, takımı Rusya, bağımsızlığını kazandığından beri en iyi futbolunu oynuyordu. 2006 Dünya Kupası'nda çalıştırdığı Avustralya ile 2002 Dünya Kupası'nda yönettiği Güney Kore tarihlerinin en üst düzey futboluna onunla ulaştı. Hollanda'da genellikle yönettiği PSV Eindhoven'la altı lig şampiyonluğu, bir de UEFA Kupası kazandı. Kısacası Hiddink bilen bir adam. Bu bildiği her neyse, onu bu yolu yürürken öğrendi. Üstelik teknik adamlık kariyerinin erken dönemlerinde Türkiye ve İspanya'da, 1996 Avrupa Kupası'nda ise Hollanda'nın başında (o dönem zor oyuncu Edgar Davids'le utandırıcı bir tartışma yaşamıştı) başarısızlığı da tattı.
Milyoner futbolcuların küresel yıldız olduğu modern futbolda, Hiddink bir teknik adamın otoriter bir diktatör gibi davranamayacağını çabuk fark etmişti. Kendini Hollandaca, İspanyolca ve İngilizce de rahatlıkla ifade edebilen Hiddink, oyuncularını nasıl mutlu ve bir bütünün parçası kılacağını biliyordu. PSV'nin 1990'ların başındaki en büyük yıldızı Romario onun için iyi bir deneyimdi. PSV'li bazı oyuncular, zamparalığa ve uykuya düşkün Brezilyalı'nın takımın bütünü için çok çalışmadığından yakınıyorlardı. Hiddink Romario'yu, onun da isteği üzerine, onu suçlayanların karşı tarafta yer aldığı dörde dört bir maçta oynattı. Üzerinden çok da zaman geçmemiş olan karlı bir Amsterdam akşamında, beraber yemek yerken, "dörde dörtte saklanamazsınız" demişti. Romario defansa geçti; takımının kazandığı maçta sert ve yıpratıcı bir oyun çıkarttı. Sonra da az çalışma meselesinin kapandığını gördü. Hiddink daha sonra şöyle diyecekti "Dışarıdan konuşanlar 'Takımınıza zor tipler koymayın, bela çıkartırlar' der. Bence onlara ihtiyaç vardır. Onlar gibiler sürekli daha fazlasını ister. En üst seviyede ne gerektiğini içgüdüsel olarak bilirler. Üstelik bir teknik adam da, diğerlerini uyanık tutmak için, bu tiplerle çok kolay çatışma üretebilir."
1995'te Hollanda'nın başına geçti. Bu, üst düzey bir isim için bile bir grup dinamiği dersi sayılabilirdi. Siyah oyuncular onun sadece beyazlarla konuşmasından şikâyetçiydi. 1996'daki Avrupa Kupası'nda, bir fotoğrafçı Hollanda takımının öğle yemeğindeki ilginç bir karesini yakaladı: Bütün siyahlar bir masada, beyazlar öbüründeydi. Turnuva devam ederken, siyah futbolcu Edgar Davids televizyona Hiddink'in "kafasını diğer futbolcuların kıçından kaldırması" gerektiğini söyledi. Teknik adam da onu evine yolladı. Yetenekli Hollanda takımıysa turnuvaya erken veda etti.
Bu olay, Hiddink'e bir teknik direktörün takım yaşamının her anını takip etmesi gerektiğini öğretti. Örneğin, siyahlar aşçının Hollanda Karayipleri yemeklerinden hiç pişirmediği şikâyetinde bulunmuştu. 1996'dan sonra pişirdiler. Takımdaki hiyerarşik meseleler hakkında çok dikkatli olmak gerektiğini de öğrenmişti. 1998 Dünya Kupası öncesinde, doğal bir diplomat olan melez Frank Rijkaard'ı asistanlığına getirdi. Her yemekte siyah ve beyazların beraber oturmasını sağlayacak masa planları hazırladı. Oyuncularına bir davranış kuralları belgesi imzalattı. Davids'i de turnuvaya çağırdı. "Bir teknik adam asla çok inatçı olmamalıdır," diyordu. Davids o turnuvadaki muhteşem Hollanda takımının içinde çok iyi oynadı. Oyuncular o kadar iyi geçiniyordu ki, Hiddink herkesi tetikte tutmak için gerginlikler icat ediyordu: Örneğin golcü Jimmy Floyd Hasselbaink öğle yemeğine başında bir beyzbol kepiyle indiğinde, o kepi kafasına vurarak çıkarttı. Hollanda'nın mutlu takımı Kupa'da yarı finale kadar yükseldi.
Turnuvadan kısa bir süre sonra, hırsının azaldığını kendisi de kabul ediyordu. Hiçbir zaman çalışma delisi olmayan köylü çocuk kendini ispatlamıştı. Golfe merak sardı; futbol giderek bir hobi haline geliyordu. Ara vermişti ama 2001'de 18 ay sonra Dünya Kupası'nı organize edecek Güney Kore'nin hocası olarak ortaya çıktı. Kore bu turnuvada daha önce birkaç defa oynamış ama hiç maç kazanamamıştı. Kore'deki işi, her şeyden önce psikolojikti. O günlerde Kore futbolunda, bir oyuncu ne kadar yaşlıysa, konumu o kadar yüksekti. Yemeklerde önce yaşlılar oturuyor, gençler bekliyordu. Hollandalı futbolcuların çok konuşmasına karşın, Koreliler suskundu. "Belki dalkavukluk denemez ama," diye açıklamıştı bana Hiddink bir defasında, "şöyle bir durumları vardı: 'kumandan söylesin, onu gözümüz kapalı takip ederiz.' Yani takımı gerçekten olgunlaştırmak için bir adım daha atmak zorunda kalıyorsunuz. Kenarda otururken, gücüm birkaç değişiklikle ve devre arasında bir şeyler yapmakla sınırlı. Bu yüzden takımı çekip çevirecek oyunculara ihtiyacınız var." Sonraları Avustralya ve Rusya'yla yaşanan da aynısıydı: Hiddink kendi gücünü bilen, düşünen, "Hollandalı" oyuncular istiyordu. Maç sırasında orta sahaya çıkması gerektiğini gören bir santrhaf, birkaç metre geri koşmayı akıl eden bir golcü...
Merak uyandıran hakem kararlarının da yardımıyla, Hiddink, Kore'yi yarı finallere çıkardı. Sonrasında ülkenin başkanlığına adaylığını koymasını teklif edenler oldu. Korece yayımlanan otobiyografisi, piyasada 16 ayrı Hiddink biyografisi bulunmasına rağmen yarım milyon sattı. Koreliler, Hiddink'in memleketine akın etti.
2006 Dünya Kupası öncesinde Hollandalı'ya teklif yarışını Avustralya kazandı. Halihazırda PSV'yi çalıştırıyordu, ama bu bir problem yaratmadı. Sıkıcı idmanları ve bazen maçları asistanlarına teslim etmekten hep memnuniyet duyan Hiddink, iki takımı da part-time çalıştırmaya başladı. Bir teknik adamın birbirinden bu kadar uzak iki takımı aynı anda yönettiği görülmemiştir. Avustralya'yı çalıştırmak Hiddink'in alıştığı futbol sirkinden uzaklaşmak anlamına geliyordu. Hollanda'da takımı kampa aldığında onu sadece vatandaşı birkaç gazeteciyle sırt çantalı birkaç gezgin takip ediyordu. Avustralyalı gazetecilerse hiç görünmüyordu. Hiddink Avustralya'daki spor kültürüne hayran olmakla beraber, onların tarzına eleştirel yaklaşıyordu. Yeni takımıyla ilk idmanına çıktıktan yarım saat sonra oyuncularını durdurdu. Çünkü oyuncular birbirlerine sürekli "Hadi Emmo!", "Tut topu Johnno!" "Haydi haydi" diye bağırıp duruyordu. 'S..tir'ler havada uçuşuyordu. Hiddink onlardan sadece bir takım arkadaşları zora girdiğinde ve yönlendirmeye ihtiyacı olduğunda bağırmalarını istedi. Bu herkesin oyun görüşünü geliştirecekti. İdmanın devamında neredeyse hiçbir ses çıkmadı.
Teknik adam, Hollandalı gazetecilere daha sonra şunları anlatacaktı: "Sarf edilen emekle oyun zekâsı arasında hiç denge yok. Avustralya'da insanlar hep güçlerinin tamamını sergiliyor, ama maalesef taktik disiplin bazen atlanıyor." Kimi zaman yapılandan daha azını yapmayı öğretmeniz gerekir. Avustralyalılar top neredeyse oraya koşuyorlardı. Hiddink futbolcularına belli bölgelere koşmayı yasakladı. Bana "adanmışlığınız çok yüksekse, stratejik bakışı çoğunlukla kaybedersiniz" demişti. Ona göre, doğru şeyi yapmak çok şey yapmaktan her zaman daha iyiydi. Güney Kore gibi, Avustralya da dünya kupasında daha önce hiç maç kazanmamıştı. Hiddink onları ikinci tura çıkarttı. Çeyrek finale giden maçta İtalya'ya ancak son dakika penaltısıyla kaybettiler.
2006'dan sonra Hiddink dünyadaki her teknik direktörlük işini seçebilirdi. Ama bir kulüp takımı istemedi. Rus oligark Roman Abramoviç'in Chelsea'sini bile. En büyük ve en kazançlı işi, yani İngiltere Milli Takımı'nı çalıştırmayı da seçmedi. Herhangi bir İngiliz adaydan daha iyi bir CV'si, herhangi bir yabancıdan da daha iyi İngilizce'si vardı. Multimilyoner, yorgun futbolcular ve zor karakterlerle baş etmek için psikolojik deneyimi de bulunuyordu. Golcü Wayne Rooney onun için çocuk oyuncağıydı. Ne var ki, çoğumuz gibi onun da İngiltere'nin saldırgan tabloid gazetelerinin deşmesini istemediği bir aile problemi bulunuyordu. Bu yüzden vazgeçti.
Bu arada Abramoviç, bu kozmopolit dostuyla buluşup kahve içmek için Eindhoven'a uçma alışkanlığı geliştirmişti. Hiddink, gerçekte onun kişisel futbol danışmanı haline gelmişti. Abramoviç onu sonunda Rusya'nın başına geçmeye ikna etti. Görevi sadece bir takımı yönetmek değil, Rus futbolunu, özellikle de genç takımları yeniden organize etmekti. Rusya bu şekilde potansiyelini kullanabilecekti. Hiddink, Hollanda geleneğine uyarak, genç futbolcuları takıma çağırdı. Güney Kore'de gözlemlediği sorunların benzeri burada da yaşanıyordu. Futbolcular Sovyetler Birliği'nin "ben sadece burada çalışırım" mantığına uygun davranıyor, risk almıyorlardı. Jiplerini çalan mafyadan korktukları gibi hocalarından da geleneksel olarak korkuyorlardı. Kimsenin kendilerine bağırmasını istemediklerinden, hata yapmamak için ya yana ya da arkaya, birbirlerinin ayağına pas atıyorlardı. Sahada "zaorganizovonnost" yani aşırı organizasyon vardı. Hiddink futbolcularından kendileri adına düşünmelerini, daha riskli paslar atmalarını ve onlara söylenmeden yeni pozisyonlar almalarını istedi. Paslar ileriye gitmeye başladı. Hollandalı teknik adam, gergin oyuncuları için yeni bir çalışma rutini de geliştirdi. Herkes bir topu yere düşürmeden dengede tutmak zorundaydı. Düşüren sırtına topu yiyordu. Oyuncular gülmeye başladı. "Football Dynamo: Modern Russia and the People's Game" isimli kitabın yazarı Marc Bennetts "Sanki Marksizm-Leninizm'i onların içinden çıkardı" diyor.
Hiddink, adeti olduğu üzere, oyuncularını motive etmek için hiyerarşiyi sarstı. Oyuncuların daha çok çalışmasını da sağladı. Çünkü yeterince sağlam değillerdi. Kısacası, en iyi Batı Avrupa ülkelerinden en modern metotları Rusya'ya sundu. Rusya'nın geleneksel defans oyunu Felemenk usulüne dönmeye başladı; bununla beraber çalıştırdığı Rusya hep kazanmıyordu. Ama Wembley'de İngiltere'ye 3-0 mağlup olduklarında Abramoviç'ten bir cep mesajı aldı. Oligark, takımın oyununu hiç bu kadar beğenmediğini söylüyordu. Ruslar'ın oyunu gelişiyordu. 2008'deki Avrupa Kupası çeyrek finalinde Rusya'nın, Hiddink'in memleketi Hollanda'yı 4-1'le devirmesi daha önce hiç rastlanmayan bir şeyin görülmesini sağladı: Rus futbolcular eğleniyordu. Maç sonrasında yıldız golcü Andrei Arshavin, "bilge bir Hollandalı teknik direktör" hakkında bir şeyler mırıldandı ve ağlamaya başladı.
Rusya eğlenerek oynama konusunda örnek olaydır. Bu durum oyuncusuna inanan Hiddink'in, onlara hata yapma fırsatı vermesinden, bir anlamda kendilerini ifade etme cüreti kazandırmasından kaynaklanıyor. Teknik adam, bana bir defasında PSV'nin İsviçreli genç umudu Johan Vonlanthen'i anlatmıştı. Futbolcu kazanmak konusunda o kadar takıntılıydı ki, idmanlarda bile aşırı konsantre oluyordu. Hiddink ise, oyuncusuna "Binlerce hata yapmana izin veririm ama senin sahada güldüğünü görmek istiyorum," demişti. Hiddink, hatadan fazlasına da izin veriyor ama bazen oyunculara bunu anlatmak zor. Fenerbahçe'de görev yaptığı dönemdeki futbol anlayışını "Hoca'ya karşı çıkmaya izin verilmezdi" diye anlatıyor. "İdmanda maça katılırsam, bir futbolcunun bana vurmasına ses çıkarmazdım. Ama ilk haftalarda etrafım hep boş oluyordu, çünkü herkes metrelerce ötemde oynuyordu. Sonunda biri beni tekmelemeye cesaret etti ve hemen kıpkırmızı oldu."
Futbolda kötü günler de yaşanır. O günlerden çıkışın yöntemi, en azından berbat durumda olmamaktır, bazen vasatla da idare edilebilir. Hiddink'in "alt sınır" diye ifade ettiği bu çıta yine de yeterince yüksekte. Kendisi şöyle açıklıyor: "Hiçbir şey yolunda gitmediğinde, zorlamaya devam edersiniz. Böyle zorlamak sizi kesinlikle daha kötü bir duruma sokar. Futboldaki en zor şey işte bu kendine hakim olma gücüdür."
Buna kendisinin ihtiyaç duyduğu dönemler de yaşadı, ama aşmanın yollarını arayıp buldu. Agresif futbol basınını ilk defa Türkiye'de görmüştü. Teknik adam Türkiye'yi anarken, bir fotoğrafçının, güzel bir dansözle müstehcen bir fotoğrafını çekerek kendisine komplo kurduğunu hatırlıyor. Türkiye deneyiminden ve daha sonraki İspanya günlerinden gazetelere aldırış etmemeyi öğrendi. Bu düstur o günden beri yoluna ışık tutuyor. Yeni Hiddink eleştirilerle sarsılmıyor. İç huzuru var.
Menajeri Cees van Nieuwenhuizen "Türkler Guus'u ayartmak için epey uğraştı" diyor. Hiddink, Amsterdam'da Amstel Nehri üzerindeki rüya gibi evine çabuk bir uçuş mesafesindeki İstanbul yaşamını sabırsızlıkla bekliyor. Bir milli takım hocası olarak, Liverpool ya da Juve'de yapacağı gibi sabahın sekizinde işe gitmesi de gerekmeyecek. Ama Hiddink hoş bir yaşamdan fazlasını istiyor. Son teknik direktörlük görevinde, uluslararası bir başarı kazanmayı hedefleyecektir. Yeterince iltifat aldı. Son on yılda Türkiye'nin kendisi olmadan bir Dünya bir de Avrupa Kupası yarı finali oynadığını da biliyor. 2012'deki hedefi daha da öteye gitmek olacaktır. Guus Hiddink'in işi bu takımı daha da Avrupalı yapmak. Hollandalı çalıştırıcı oyuncularına durmadan futbolun üç aşamasından bahsediyor: "Topa sahip olduğunuz zaman, olmadığınız zaman ve aradaki zaman." Hiddink'e göre, sonuncusu bir takımın diğerine topu kaptırdığı zaman demek ve muhtemelen oyundaki en yaşamsal an. Topu kazanan, rakip savunma yerleşmeden hemen atağa kalkmalı.
Dünyanın en iyi takımları arasında yer almayan Türkiye'yi neden seçtiniz?
"Burada işin başındaki insanlar ciddi bir izlenim bırakıyor. Organizasyon, maç sonuçlarından daha profesyonel. Burası bir futbol ülkesi fakat uluslararası düzeyde değil. Fifa sıralaması bir şeyer söylüyor; sanırım 28.sıradalar."
Türkiye'nin avrupa'nın büyük takımlarında oynayan fazla oyuncusu yok
"ilk 11'de yer bulmak konusunda çok sıkıntı çekiyorlar. Düzenli olarak oynayanlarsa genellikle 12 yaşından beri Batı Avrupa futboluyla yetişti; Bayern'den Hamit gibi. Böyle oyuncular devamlılık konusunda daha donanımlı."
Yani Almanya veya ingiltere'ye açılan türk futbolcular oradaki hız ve sertliğe alışamıyor mu?
"Evet. Burada futbolcuların birbirine iyi davrandığı çok hoş bir kültür var ve bence bu antremanda da görülüyor. Mayıs'ta Amerika'da turnedeyken asistanımın "bugün ağır çalıştık" dediğini duydum. Antremanlarda saat taşımam. Amerika'da futbolcular 2,5 saat antreman yaptırdığımı farkedince, bana saat hediye etmek istedi. Sanırım burada sadece eldekini korumak için çalışıyorlar. Takımın birbirini şımartıp rahata alıştırdığını fark ettim. Maç antremanında biri darbe aldığında, oyuncu yere düşüyor ve üç ya da dört sağlık ekibi çantalarıyla her yönden koşuyor. Kırılan bir bilek falan yok ki. Oyuncular yerde kalmayı seviyor. Bu diğerine iki dakikalık mola sağlıyor. Bunlar küçük şeyler ama önüne geçebilirsen daha yüksek bir seviyeye çıkarsın."
Milli takım kariyeriniz, Batı Avrupa futbol anlayışını bilmeyen ülkelere bunu öğretiyormuşsunuz gibi gözüküyor.
"Çünkü Batı Avrupa futbolu standart. Bunu Kore'de de yaptım. Bir noktadan sonra Kore'de (bir şey talep ederken fazla kibardılar) "2002 Dünya Kupası'ında ilk 16'ya kalabilmeliyiz" demişlerdi. Talep buysa, o 16 takımın standartında çalışmalısınız. Biz de onlar kadar sert antreman yaptık, aynı tip oyuncuları kadroya aldık, çalışmak için aynı koşulları yarattık..."
Türkiye, antrenör olarak son işiniz mi?
"Evet,sanırım öyle olmak zorunda. Yaşımdan ötürü (63) kariyerimde büyük ve ilginç bir zıplama yapacak halde değilim."
(Simon Kuper'in Guus Hiddink ile yaptığı 2 röportajdan derlenmiştir.)
(Simon Kuper'in Guus Hiddink ile yaptığı 2 röportajdan derlenmiştir.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)